Postman Blues Filmi Özelinde Sinematik Seyir






“Geleceğin sineması hangi malzemeden yoğrulacaktır, bundan hala emin değiliz.”  Tarkovskinin bu tereddütü günümüz sinema dünyası için kaotik bir sonuca evrilmektedir.

Gelişen teknolojiye hapsolan hikayeler, kurgular tereddütü büyütmek bir yana  imha etmiş durumda. Kendini durgunluğundan yaratan senaryolar yerini

kitlelerin arzularına bırakmaktadır.

Marvel evreninden, Walt disney piyasasından, Kore'den gezegene yayılan Squid Game, sinemanın yoğrulma biçimine müdahale ederek kendini varetti.


Federico Fellini'nin “Sinema bir mucize gibi, çünkü hayatı, anlattığınız şekliyle  yaşayabiliyorsunuz.' deyişini güncel yapıtlarda gördüğümü söyleyemem.

Zaman içerisinde izleme şansı bulduğum birkaç örnek var ki etkisini hala hissediyorum tam da Fellini'nin bahsini açtığı o doğal akış tekniğini her karesinde hissedebileceğiniz filmler. Wong Kar-Wai'nin In the Mood For love yapıtında bunu görmek mümkün. Ağırlaşan sahneler hızla tükenen insan ilişkilerine bir mesaj niteliği taşımaktadır.

Bahman Ghobadi’nin Turtles Can Fly filmi ne kadar gerçekçi şekilde savaş travmasını ve etkisini ele alıyorsa, Taste Of Cherry filminde de o derece kendine, yaşama karşı yabancılaşan Badii Beyin melankolisini yaşarız.
İnsan kendisini gömecek birini arayacak bir ruha nasıl ulaşır?

Jean Seberg’in dillere pelesenk olan aşık olunacak erkek Jean Paul Belmondo’yla oynadığı A bout de Souffle  kendine has ekol yaratması da sinemanın bize mucizesidir.
Birbirine sevgiyle bağlı ama birbirini sınırlamayan iki insanın doğal teknik içerisinde ilerleyen öyküsünü izleriz. Özgürlüğü elimizle mi tutsak ederiz? Ya da kendimiz mi kurtarırız kendimizi urganlardan?

Japonya yapımı Postman Blues filminde olağandışı bazı sahneleri var ki olumsuzun olumlanması üzerinden şekil  almaktadır. Baş karakter Postacının başkalarıyla kesişen hayatı, bu kesişmenin

içerisinde geçen absürtlükler sinemadaki zıtlıkların diyalektiliğine yorulabilir,

Semboller üzerinden akan bu filmde kırmızının kanı temsil edişi ama aynı zamanda birbirine kan imgesi üzerinden armağan alıp birbirini sevindirme hali

yine yaşamın zıtlığına işarettir.

 

Ölmek de yaşamak da bir bütündür.

Sevmek bunların kesişme noktasıdır.

 

Erkek karakter ölmek pahasına kurşunların üzerine gitmektedir çünkü ileri kanser tedavisi gören kadın karakterin ilaç saatini daha mutlu bir zamana

evriltmek istemektedir.  Yaşam sevinç içerisinde geçen bir anın tezahürüdür.

Son sahnede bedenlerin yerde yatışı ama ruhların el ele tutuşup insan

kalabalığından uzaklaşması sevginin insandan uzak yaşanması gerektiğine vurgu gibi gelmektedir.

Yaşamın olağan seyrinde ilerleyen bu hikayeler zamanı dondurma hissi yaşatır ama aynı zamanda gerçekliğin tam ortasına demirlemiş gibidir. O muğlak alanda kendini varoluş sürecine teslim ederler.
Her varoluş yaşama iz bırakmaktır.

İnsan iz bırakmak istenciyle dolup taşan bir ruha sahiptir.

Sinema ise bunu görselleştiren sanatın kendisidir!







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Freud-Anna-Melanie Klein Savunması

Vasıf Öngören - Asiye Nasıl Kurtulur ?

Jose Saramago - İsaya Göre İncil